Kudüs ve Mescid-i Aksa Konferansı’na yoğun katılım

Geçtiğimiz günlerde Süleyman Gündüz, Mehmet Akif Ersoy, Taha Kılınç ve Muin Naim, ”Dün, Bugün ve Yarın: Kudüs ve Mescid-i Aksa Konferansı”nda konuştu. Esad Eseoğlu sözkonusu programdan detaylı notlarını paylaşıyor.

 

5 Ağustos 2017 Cumartesi günü, Medeniyet Derneği’nin organize ettiği ve Fatih’te bulunan Ali Emiri Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen “Dün, Bugün ve Yarın: Kudüs ve Mescid-i Aksa Konferansı”ndaydık. Katılımın yoğun olduğu etkinlik, Medeniyet Derneği Genel Başkanı Ali Öztürk’ün açılış konuşmasıyla başladı. Öztürk, son süreçte yaşanılanları ‘kırılma’ olarak nitelendirdi. “İnsanlığın erdemini ve geleceğini düşünen herkesin” ortaya çıkıp olayı protesto ettiğini söyleyen Ali Öztürk, ilerleyen süreçte neler yaşanacağının berrak olmadığını da ekledi. Türkiye’de şu an için bir ‘Aksa duyarlılığı’ olduğunu belirten Öztürk, Medeniyet Derneği olarak bilgi edinme ve hep beraber bir düşünme sürecine girilmesi amacıyla bu etkinliği organize ettiklerini söyledi ve katılımın yüksek olduğunu da ekledi. Sonrasında ilk oturum Süleyman Gündüz’ün konuşmasıyla başladı.

İsra Suresi’nin birinci ayetiyle konuşmasına başladı Süleyman Gündüz“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için kulum Muhammed’i bir gece Mescid- i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid- i Aksa’ya götüren o Allah, yücedir. Gerçekten o işitendir, görendir.”Sonrasında Matta İncili’nin 23. bab 37. ve 39. kısımlarında, Hz. İsa’ya atfedilen şu sözleri aktardı: “Ey Kudüs, peygamberleri öldüren, kendisine gönderilenleri taşlayan Kudüs! Bir tavuk, civcivlerini kanatları altına nasıl toplarsa ben de kaç kez senin çocuklarını öylece toplamak istedim ama siz istemediniz. Bakın, eviniz ıssız bırakılacak. Size şunu söyleyeyim: ‘Rabbin adıyla gelene övgüler olsun.’ diyeceğiniz zamana dek beni bir daha göremeyeceksiniz.” Bunlardan sonra da ‘sürgündeki Yahudilerin’ Mezmur 137’deki duasını aktardı Gündüz: “Ey Yeruşalim, ey Kudüs! Seni unutursam sağ elim kurusun. Seni anmaz, Yeruşalim, en büyük sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın. Yeruşalim’in düştüğü gün ‘Yıkın onu, temellerine kadar!’ diyen Edomluların tavrını anımsa, ya Rab!”

 

 

Kudüs bir misyondur

Kudüs’ü yalnızca bir toprak parçası, bir inancın parçası yahut bir akide parçası olarak görmemek gerektiğini söyleyen Gündüz, onu bir ‘misyon’ olarak adlandırdı. Müslümanların son 200 yılda kendilerine yönelik bir çağrıyla devam ettiğini, çağa ve insanlığa yönelik bir fikir öne sürmediklerini savunan Süleyman Gündüz, Müslümanların yeryüzünde yeni bir çağrı geliştirmesi gerekiyorsa neden en önemli adın ve coğrafyanın Kudüs olduğunu şu şekilde cevapladı: “Eğer Müslümanlar sadece Mekke ve Medine’yle ilgili bir ifadede bulunmak istiyorlarsa çağrıları yalnızca Müslümanlara yönelik olur. Ama eğer Kudüs’ü kendilerine rehber alır, bir çağrıda bulunurlarsa, ki Kudüs’ün ilham verdiği şehir İstanbul’dur, Sarayevo’dur…” Bosna’da 1992- 1995 yılları arasında yaşananlara değinen Gündüz, Aliya İzzetbegoviç’in o dönem kullandığı dildeki ‘bütüncül’ bakış açısına değinerek Bosna’nın bölünmesi talebine merhumun verdiği şu cevabı aktardı: “Bizler komşularımızla bir arada yaşama becerisine sahibiz. Onlar bizim düşmanlarımız değil, onlar bizim komşularımız, ülkemizin yurttaşları. Bizler hiçbirinin üzerine farklılık gözetmeyiz. Dolayısıyla Bosna’nın etnik ve dinî olarak 3 bölgeye ayrılmasına asla müsaade etmeyeceğiz.” 

Süleyman Gündüz konuşması boyunca, Kudüs’ten hep ‘inşa edilecek dile ev sahipliği yapacak yer’ bakış açısıyla söz etti. Kudüs’te bugün 3 dinin kutsal mekânlarının bulunduğunu hatırlatan Gündüz, Müslümanların zihinlerinin Filistin meselesinde net olmadığını hatırlattı. İsrail’in 1948’de, Filistin toprakları yırtılarak üzerinde kurulmuş olan bir travma devleti olduğunu, işgalci bir devlet olduğunu belirten konuşmacı, hiçbir Müslümanın Yahudilere- Musevilere karşı bir ‘ırkçı damara’ sahip olmayacağını söyleyip ekledi: “Ama bizim işgalcilere, zalime olan nefretini mazlumdan çıkartanlara karşı olan tavrımız önemlidir. Değilse, Filistin toprakları üzerindeki Yahudilerin ya da Musevilerin yaşamasına asla karşı değiliz. Eğer bir Filistin coğrafyasından bahsediyorsak, Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin ortak bir geleceği beraber kuracakları bir coğrafyadan bahsedebiliriz. Düşmanımıza benzememize gerek yok, ki zaten düşmanımızın ‘sürgüne göndermek, onu sürmek’ gibi bir anlayışı var. Evet, biz onlara benzeyemeyiz. ”

Kudüs bütün insanlığın algısına sunulacak biçimde değerlendirilmeli

Bu noktada tekrar Aliya’ya dönen Gündüz, Aliya’nın şu önemli sözünü aktardı: “Biz düşmanlarımızdan neyi yapacağımızı değil, neyi yapmayacağımızı öğreniriz. Onlar bizim öğretmenimiz değil, kitaba uyacağız.” Kudüs’ün siyasi rekabetlerin kurbanı olduğunu dile getiren Süleyman Gündüz, olması gerekenin dayanışma olduğunu belirtti.

Konuşmasında Amin Maalouf’un Ölümcül Kimlikler kitabına değinen Gündüz, iki uygarlığın yazar tarafından test edildiğini belirtti: “Yazar der ki: ‘Bir İslam uygarlığına bir de Hıristiyan uygarlığına bakalım. Hangisinin farklı kimlik ve farklı etnik yapılarla yaşama sicili daha düzgün? Hıristiyanların kutsal kitabı İncil’de, farklı inançlarla bir arada yaşamalarına dair hiçbir ibare yoktur.’ Hepimiz Ortaçağ’da, Hıristiyanlığın karanlık dönemlerinde farklı inanç mensuplarına yönelik engizisyonları hatırlıyoruz.” Maalouf’un bu bahisle alâkalı olarak Hıristiyanların, Müslümanların yaşadığı coğrafyaları ele geçirdiklerinde ne yaptıklarına dikkat çektiğini belirten konuşmacı, bu topraklarda hayat hakkı bulamayan Musevi ve Müslümanları hatırlattı. Amin Maalouf’un “Eğer ben bugün Katolik Hıristiyan olarak, bir Ermenî olarak hâlâ hayattaysam Müslümanların hakim olduğu bir coğrafyada doğmuş olmamdandır.” sözlerini hatırlatan Süleyman Gündüz, bu haseple, Kudüs’ün bütün insanlığın algısına sunulacak biçimde değerlendirilmesi gerektiğini hatırlattı.

Halid Meşal’in “Bizler Yahudilere karşı değiliz, onlar bizim komşularımız. Bizler Yahudilerle, Hıristiyanlarla bu topraklarda beraber yaşayacağız. Bizler, işgalcilere karşıyız. Bizim sorunumuz işgalciler.” sözlerini hatırlatan Gündüz, bu noktada katılımcılara Joe Sacco’nun Filistin isimli çizgi romanını da tavsiye etti. Bu eserde Sacco, yaşlı bir Filistinliye soruyor: “Bu Yahudilerle birlikte yaşayabilir misiniz?” Adam “Evet, onlar bizim komşularımız, onlarla birlikte yaşayabiliriz, ama bizim birlikte yaşayacamayacağımız bir tek grup var: Buraya işgalci bir mantıkla gelip topraklarımızı işgal edenler!”

İslam coğrafyasında oluşturulması gereken dinamik bir Kudüs algısı

Kudüs’le ilgili özellikle sosyal medya yoluyla bir bilinçlendirme çabasının önemine dikkat çeken konuşmacı, dünya Müslümanlarının Kudüs ve Mescid- i Aksa’dan uzak olduklarını gözlemlediğini aktardı. Son dönemde, Asya ülkelerinden Malezya’da ve Hindistan’da durumun olumlu yönde biraz değiştiğini belirtip İslam coğrafyasında oluşturulması gereken dinamik bir Kudüs algısının önemine dikkat çekti. Ayrıca, Kudüs’e giden Müslümanların ‘ziyaretçi’ kimliğinden ziyade, halkla temasın ve diyalogun da artırılması gerektiğini hatırlatarak, Mekke- Medine’de ve Kudüs’te Müslümanlar arasındaki selamlaşmanın zayıflığını gözlemlediğini söylerek ekledi: “Yabancılar Kudüs’te, oradakilere selam vermekten çekiniyorlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘Selamı yaygınlaştırınız.’ diyor.” Yine Kudüs’e gidip de Müslüman tacirlerle pazarlık yapılmaması gerektiğini savunan Gündüz, latifeli bir hâlle, Paris’te dünyaca ünlü bir markanın, ciddi anlamda yüksek fiyatlı bir ürünü için pazarlık yapıp yapamayacağını sordu katılımcılara. Evlere konuk olunup, ‘selamunaleykum’ girişiyle misafir olunması gerektiğini belirten Süleyman Gündüz’ün bu söylediklerini dinlerken, Kudüs özelinde verilen tavsiyelerin, hayatımızın her alanında, insanın var olduğu her yere aksettirilmesi gerektiğini düşündüm. Kudüs için de düşünülebilecek bu durum, gönlümde şöyle yankı buluyor: İnsanın olduğu her yerde muhabbet vardır, muhabbetin tek tetikleyicisi de selamdır.

Süleyman Gündüz’ün konuşmasında aktarılması ve üzerine düşünülmesi gereken çok kısım vardı. Kendisi genel olarak, Kudüs’te bir arada yaşanabilecek bir ortamın gerçekliğine inanan bir dil ile konuşmacılara hitap etti. Hakikatin yolcusu olunması gerektiğini kuvvetle vurgulayan Gündüz, selamı yaymanın önemli bir şey olduğunu belirterek konuşmasına son verdi.

İslam dünyası büyük problemlerle boğuluyor

İkinci oturumda ise konuşmacılar Taha KılınçMehmet Akif Ersoy ve Muin Naim’di. Oturumun açılışında kısa bir konuşma yapan Mehmet Akif Ersoy, soru- cevap kısmında özellikle seyircilerin neden burada olduklarını, işin bu kısmına neden odaklandıklarını anlatan bir şekilde söz almalarını rica etti. Gazetecilik yapması hasebiyle sahada bulunan Ersoy, İslâm dünyasının gelinen son noktada büyük problemlerle ‘boğulduğunu’ ifade etti ve kişisel olarak her geçen dönem ‘umutsuz bir hâle’ büründüğünü belirtti. Her ne kadar bu oturumda umutsuz olup olmamakla alâkalı üç konuşmacı arasında bir fikir birliği olmasa da, Ersoy, gördükleri ve yorumladıklarından sonra, özellikle devletlerin kendi aralarında yaşadıkları sebebiyle böyle bir kanıya vardığını, üzerinde fazlaca durmadan bizlere aktardı ve kendisinin en karamsar olan kişilerden olduğunu söyleyip, kendisini bu konuda ‘fazlaca ciddiye’ almamamız ricasında bulundu. Zira Kılınç ve Naim, umutsuzluktan öte bir şekilde, ümitvar bir hâlle seslendi konuşmacılara.

Sokaklarda da olacağız ama düşünme imkânlarını da boş bırakmayacağız

Oturum gazeteci yazar Taha Kılınç’ın konuşmasıyla devam etti. Kılınç konuşmasına 2001 yılında Şam’da bir hocasıyla İslam dünyasına dair konuşurlarken, hocanın kullandığı bir ifadeyle başladı: Rabtu’l- ecyâl. ‘Nesilleri, evlatları meseleye rapt etmek, meseleyle ilişkilendirmek’ demek olan bu kelimenin oldukça önemli olduğunu belirten konuşmacı, bunun nasıl yapılacağına dair verilecek cevapların İslam dünyasına yönelik duruşumuzu belirlediğini de hatırlattı ve ekledi: “O sohbette, ilk önce İslâm dünyasında olup bitenlerle ilgili sağlam bir dertlenmeyle, olan biteni takip etmemiz gerektiğini, meselelerin nasıl buralara geldiğine dair kafalarımızdaki soru işaretlerinin silinmesinin gerekliliğini ve kendi imkânlarımız çerçevesinde neler yapabileceğimizi, sonuçla alâkalı saplantılardan uzak durarak düşünmemizin önemli olduğunu konuşmuştuk.” Tarihi kuş bakışı, geniş bir biçimde görmek gerektiğini belirten konuşmacı, bu noktada okumanın şart olduğunu söyledi.

Sloganların, sosyal medyada yapılan paylaşımların yaygınlığına dikkat çeken Taha Kılınç, bu metodla bir şeyin çözülemediğini gözlemlediğini belirtti. “Yanlış anlaşılmasın. ‘Meydanlara dökülmeyelim, oturalım, herkes akademik çalışma yapsın’ demiyorum. Sokaklarda da olacağız ama düşünme imkânlarını da boş bırakmayacağız.”

13- 16 Temmuz 2017’de Kudüs’e gittiklerini ve hararetli bir döneme denk gelen bu ziyarette, Aksa’yı görmeden gelmek durumunda kaldıklarını söyleyen Kılınç, 14 Temmuz’da şehrin kapatıldığını ve akşam, Şam Kapısı’ndan itibaren kapıların yavaş yavaş açıldığını belirtti. Birkaç kişi içeri girdiklerini belirten konuşmacı, Kudüs’ü ilk defa o şekilde, bomboş gördüğünü, daha önce kalabalıktan dolayı vakit bulamadığı yerleri o akşam adımladığını söyleyerek şunları ekledi: “Yürürken şunları düşündüm: Öyle bir şehir ki, 50’den fazla kuşatma, 20’den fazla askerî saldırıya uğramış ve 3 defa tamamen yerle bir edilmiş bir şehirde, 2017 yılında bir Müslüman, taşların üzerinden yürüyor.” Kılınç’ın, uzun uzun tefekkür etme imkânı bulunca, ne kadar büyük bir tarihsel akış içerisinde insanın ne de küçük bir nokta olduğunun farkına vardığını hatırlatması, aslında Aksa ve Kudüs gibi ‘yoğun’ bir meselede, konuşmacıların belki de sakinleşmesine vesile oldu. Hakikaten, uzaktan bir bakışla, devasa bir akışta, küçük bir nokta olma hâli, meseleye belki farklı bir sakinlikle ve ferahlıkla yaklaşılmasını sağlıyordur.

Tam bu noktada “Biz bu günleri, zafer ve hezimet günlerini, insanlar arasında döndürüp dururuz ki Allah sizlerden şahitler edinsin.” ayetini hatırlatıp, şahit olduğumuz zaferlerin ve hezimetlerin bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini belirtti.

Molla Yusuf’un Kabe hasreti

Kudüs üzerinden şahit olduğu tarihsel akışı, güzel bir örnekle anlatmaya devam etti Taha Kılınç. Rahmetli dedesinin babasının, okuma yazma bilmesi dolayısıyla (Yörüklerde, okuma yazma bilmesi yeterliymiş kişiye molla denmesi için) ‘molla’ lakabını alan Molla Yusufolduğunu belirten Kılınç, Molla Yusuf’un 1. Dünya Savaşı sırasında askere alındığını ve önce Suriye Cephesi’nde sonra da Filistin Cephesi’nde silah altına alındığını aktardı. Rahmetli Molla Yusuf, tifo ya da kolera hastalığından dolayı, yaklaşık 6 ay Kudüs’te, bugün Zeytin Dağı’nın kuzeyinde, Alman August Victory Hastanesi’nin bulunduğu tarafta bir sahra hastanesinde kalmış. O altı ay boyunca Kudüs’te ikamet eden Molla Yusuf, içinde Hac yapmak amacıyla Mekke’ye gitme hasretiyle 6 ay boyunca yatmış. 1915- 16’larda, Osmanlı çekilmeye başlayınca, Osmanlı ordusundaki hasta askerlerin hepsinin terhisine karar verilmiş. Molla Yusuf da terhis edilince, önce bütün Lübnan’ı, sonra Suriye’yi, sonra Antakya’yı yürüyerek kat ederek gelmiş ve tekrar memleketine, Mersin’e ulaşmış.

İlerleyen dönemlerde tekrar silah altına alınan dede, bu sefer Dumlupınar’da savaşıyor ve yaralanıyor. Tekrar sağ olarak memlekete dönen Molla Yusuf, 1973 yılında vefat etmiş. Taha Kılınç, dedesinin babasının, yani Molla Yusuf’un vefatına kadar her gece sabaha karşı “Karadonlu Beytullah” diye yanık bir ilahi tutturduğunu söyledi. (https://www.youtube.com/watch?v=gBtA1STK1FQ ) Ki bu da, Karacaoğlan’ın bir şiiri, aile de bunu sonradan fark ediyor. O dönem, Kudüs’e kadar giden ama Mekke’ye gitmesi nasip olmayan Molla Yusuf’un hasreti de türküde böylece vücut bulmuş kendine. Kudüs’te gezerken bu ailevî hatıranın aklına geldiğini hatırlatan Kılınç, şunları ekledi: “Şehre ayak basmış herkes, imparatorundan yenilenlerine kadar, müsliminden gayrimüslimine kadar Hz. Ömer’den, Selahaddin’den Yavuz’a kadar… ya da günümüzde ayak basan insanlara kadar düşündüğümüz zaman, bir tarihsel akışın içerisindeyiz. Şam’daki hocamızın ifade ettiği nesilleri ilişkilendirmek meselesi, bizlere bazı sorumluluklar yüklüyor.”

Dinler tarihi, İslâm tarihi, bölge tarihi okumaları yapılmalı

Bu sorumluklardan bahsederek konuşmasına devam eden Taha Kılınç, öncelikle, dava edinilen meselelere dair, kafalarımızda bilgi boşluğunun olmaması gerektiğini söyledi. Gazze’ye bir gemi gidecek olsa 1- 2 dakika içerisinde dolacağını, ama Gazze’nin şu anki sürecine nasıl geldiğine dair sorulan bir soruya kaç kişinin cevap verebileceğini sorguladı. Sloganların, olayları izah etmek adına birilerinin suçlu ya da suçsuz bulunması hâlinin, kişisel olarak bilgilenme sorumluluğunu üzerimizden kaldırmadığını söyleyen Kılınç, konuşmasının bu kısmında bilgilenme sürecinin yüzeyselleşmesi gibi bir tehlikenin üzerinde çok durdu. Birkaç tivitle, okunan birkaç paragrafla bilgi edinilebileceği yanılgısına parmak basan konuşmacı, yapılan görseller, kurulan cümleler, etkileyici mesajlarla sınırlı kalan bu hâlin tehlikesine dikkat çekti. Yapılması gerekenin tekrar ve tekrar bilgilenmek olduğunu söyleyen Kılınç, dinler tarihi, İslâm tarihi, bölge tarihi okumaları yapmanın önemli olduğunu belirtti. Buna vakit ayıramayan kişilerin kendisine geldiğini söyleyen gazeteci yazar, şöyle devam etti: “Hakikaten vaktimiz yok. O kadar koşturmaca içerisindeyiz ve yoğun yaşıyoruz ki, önemli işlere o kadar koşturuyoruz ki kendimizle ve benliğimizi oluşturan meselelerle ilgili okuma yapma vaktimiz olmuyor.” Bu noktada aslında farklı bir yaraya daha parmak bastı ve kafayı toparlayamayıp, 50 sayfa bile okuyamama hâlinden bahsetti Kılınç ve sordu: “Niye okuyamıyoruz? Cep telefonumuza durmadan bildirimler, WhatsApp’ımızdaki gruplardaki ‘önemli’ tartışmalar, takip ettiğimiz birkaç kişinin bizim için okuyor olması… gibi bir algı.”

Her Müslümanın Ortadoğu uzmanı olmak gibi bir zorunluluğu var

Bu noktada çok önemli bir şey daha söyledi Taha Kılınç: “Her Müslümanın Ortadoğu uzmanı olmak gibi bir zorunluluğu var, derin ya da sığ ama gayretimiz bu yönde olmalı!” Takip edilen kişiler üzerinden, onların önyargıları yahut yanılma olasılıkları dolayısıyla olayların yanlış okunabileceğini belirten Kılınç, paylaştığımız, fikir beyan ettiğimiz her şeyi araştırmamız gerektiğini söyledi. Her şey hakkında yorum yapma zorunluluğundan soyutlanılması gerektiğini de belirten konuşmacı, Kudüs’le ilgili yahut Suriye, Mısır, Yemen… yapılması gerekenin, bilmek, ‘hakikaten tanımak’ ve o coğrafyada neler olup bittiğiyle ilgili bilgileri kendimize mal etmek olduğunu belirtti ve ekledi: “Tanımadığımız bir şey hakkında doğru bir tepki vermemiz imkânsız.”

Taha Kılınç, konuşmasını Halid Meşal’le yaşadıkları bir anıyı anlatarak (bana kalırsa konuşmasının zihinlerde rahatlıkla canlanabilmesi adına oldukça güzel bir hatıra oldu) tamamladı. İstanbul’da, Halid Meşal’in de bulunduğu dar katılımlı bir sohbet ortamında, katılımcılardan birinin cep telefonundan bir fotoğraf gösteriyor. Fotoğrafta, 3 tane çocuk var ve 2- 3 tane taş görünüyor. Fotoğrafı gösteren kişi, fotoğrafın çok güzel bir fotoğraf olduğunu ve Gazze’den olduğunu söylüyor. Halid Meşal bunun üzerine, “burası Gazze değil, bu taş Gazze’de olmaz.” diyor. Taha Kılınç bu anıyı anlattıktan sonra, gelinmesi gereken noktanın tam da bu olduğunu söyleyerek konuşmasını tamamladı.

Aksa’nın içine yönelik bir ‘Yahudileştirme’ politikası 

Son olarak söz sırası Filistinli araştırmacı yazar Muin Naim’deydi. Sözlerine iyimser olduğunu belirterek başlayan Naim, 90’lı yıllarda, bir ‘işgalcinin’, rastgele bir Filistinlinin evine girebildiğini belirtti ve şu anki durumun o dönemlere nispeten iyi olduğunu aktardı. Eskiden Küçük Moskova denen, komünist hegemonyanın hâkim olduğu bazı Filistin bölgelerindeki camilerin şu anda gençlerle dolup taştığını belirterek, iyimser hâlini de bizlere açıklamış oldu.

Konuşmasında Mescid- i Aksa’da yaşanan süreci özetleyen Muin Naim, Yahudilerin bölgede artan hâkimiyeti ve Aksa’nın kuşatılmışlığına dikkat çekti: “Gazze’den bir kişinin Kudüs’e girmesi çok zordur, binde 1 ya da 2 gibi bir durum.” Şu anda yapılanların, Aksa’nın içine yönelik bir ‘Yahudileştirme’ politikası olduğunu ifade etti ve bunların aniden meydana gelmediğini söyledi, süreci dikkate alarak ve hatırlatarak.

Sıkıntının duygusal olmaktan kaynaklanmadığını düşünen Naim, Filistin’deki olayları gerçekten takip eden çok az insanın olduğunu söyledi. ‘Siyonist hareketin’ ciddiyetinin oldukça fazla olduğunu söyleyen konuşmacı, bu noktada boykot meselesine geldi.

Yahudilerin dönem dönem uyguladığı boykotların sebebinin Yahudiler tarafından, ‘acıların unutulmaması’ olarak açıklandığını hatırlatıp boykot meselesinin ekonomik bir baskıdan başka bir boyuta sahip olabileceğini söyledi. Twitter yahut Facebook üzerinden değil de, meydanlarda eylemlerle, sloganlarla olayı takip eden gençlerin, bir şekilde bilinçlendiğini savunan Naim, boykot meselesine de şahsî olarak önem gösterdiğini söyledi: “Çocuklarım sorduğunda bu malın Yahudileri, Siyonistleri desteklediğini söylüyorum ve onların Filistin’i işgal ettiklerini anlatabiliyorum.”

Salt hamasî söylemlerle bu meselede yol katedilemez

Oturumun son kısmında Aksa’da meydana gelen hadiselerdeki temel noktanın şu an, kimin üstünlüğünün ön planda olduğuyla alâkalı olduğunu belirten gazeteci Mehmet Akif Ersoy, son olaylarla ilgili, İsrailli bir gazetecinin, “ne oldu şu an?” sorusuna verdiği cevabı aktardı: “ ‘Patron kim onu gösterdik’ diyor gazeteci. Mescid-i Aksa meselesini anlamak adına bunun yeterli olacağını düşünüyorum.” Devamında boykot meselesine değinen Ersoy, sitemizde haberini de yaptığımız Tünel- Gazze’de Yaşamak kitabında paylaştığı, boykot ürünlerine Gazze’de rast geldiği anısını paylaştı ve katılımcılarla konuşmacıların beraber dahil olduğu bir ‘boykota dair fikir teatisi’ başladı. Bu noktada, gözlemlediğim kadarıyla boykota yaklaşım ekonomik bir savaş gibi göz önüne alınırsa, ortaya somut bir şey çıkmayabiliyor pek. Ama Muin Naim, bu noktada salt ekonomik bir hedefinin olmadığını, bilinç oluşturmaya odaklandığını belirtti tekrar ve ekledi: “Kendi mallarımızı üretmek, bu noktanın en önemli boyutu”. Mehmet Akif Ersoy da ekonomik boyuttaki değerlendirmelerde, pratikte var olan çelişkinin salt ‘İslamcılarla’ alâkalı olmadığını, küresel bir çıkar ilişkisi ağının varlığını söyleyerek soru- cevap kısmına geçiş yaptı.

Soru cevap kısmında, sorulan sorulara konuşmacıların verdiği cevaplarda rahatsızlık duyulan şeyin, tekrar ve tekrar ifade edilen şu mesele olduğunu gözlemledim: Samimiyet ve heyecan önemli, evet, ama salt hamasî söylemlerle bu meselede yol katedilemez! Taha Kılınç, duyarlılığın önemini anlatırken, şu konuyu yine hatırlattı: “Temel bir mevzu var: Herkes gündemde olan şeylerle ilgili yorum yapıyor. Kendimize soralım: Bu konuda konuşmak zorunda mıyım? Mecbur muyum yorum yapmaya? Şahitlik yaptığımız bir konu olumlu yönde ya da olumsuz yönde, bir hesaba çekilecek. Çok açık ve süphesiz.” Yine sosyal medyada ne kadar vakit geçirildiğinin, bu vaktin ne kadar önemli olduğunun sorgulanmasının önemli olduğunun da altını çizdi. Bu kısımda Mehmet Akif Ersoy, üretmenin öneminden bahsetti: “Fikirde ve teknolojide bir şeyler üretmek zorundayız!”

Selamı yaymak

Son dönemlerde, kişisel olarak Mescid- i Aksa ile ilgili düzenlenen etkinliklere yaklaşımım çekimserdi, zira korkum sloganlarla ilerleyen bir sürece şahit olmaktı. Fakat sizlere önemli bulduğumuz kısımları aktardığımız bu konferans, gerçeklerden tam anlamıyla haberdar olunması gerektiğini öğütleyen bir dille gerçekleşti. Gerçeklerin konuşulduğu ortamdaki ümitvar hava da benim gibi, diğer katılımcılara ve okuyuculara da umutlu bir ufuk aktarmıştır umarız. Özellikle Taha Kılınç’ın konuşması, yapılması gerekenlere dair önemli detaylar içeriyor, bu sebeple elimizden geldiğince o kısımları aktarmaya çalıştık.

Çabalamaya, bilgi edinmeye, dayanışmaya, fikir teatilerine ve sahaya inmeye devam etmek gerekiyor. ‘Sahaya inmek’ zihin dünyamda, selamı yayıp muhabbeti alışkanlık hâline getirmek olarak canlanıyor. Victor Hugo’nun vicdanlara keskin bir naiflikle seslendiği Sefiller’inden bir alıntıyla bitirelim: “Ölmek bir şey değil; yaşamamak korkunç şeydir.

 

 Haber :Esad Eseoğlu / dunyabizim.com

Fotoğraf: Medeniyet Derneği ve Esad Eseoğlu